20 Ağustos 2009 Perşembe

Tuz ve Yüksek Tansiyon

Ortalama diyetimizdeki aşırı tuz (sodyum) birçok çalışmanın odak noktası olmuş ve son yıllarda bu konu çok ilgi görmüştür. Bulgular, alışkanlık gereği fazla miktarlarda tuz tüketen insanlarda yüksek tansiyonun(yüksek kan basıncı) daha az tuz kullanan insanlara göre daha sık ortaya çıktığını göstermektedir. Ayrıca, araştırmalar genel olarak yüksek tansiyonu olan insanların, sodyum oranı düşük bir diyet uygulayarak kan basınçlarını düşürebildiklerini göstermektedir. Kan basıncı, kan dolaşımının atardamar duvarlarına uyguladığı basıncı belirtir. Kan dolaşımında daha fazla sıvı olduğu zaman ya da kan damarları daraldığı zaman, basınç daha büyüktür. Ortalama diyetimizde tuz oranı yüksek olma eğilimindedir. Hepimiz yediğimiz tuz miktarına dikkat etmeliyiz. Büyük bir tuz sınırlama çabası yalnızca yüksek tansiyonunuz varsa (ya da eğilimliyseniz) gereklidir. 0 zaman bile, diyetinizdeki tuz miktarını azaltmak, kan basıncınızı azaltmak için atacağınız adımlardan yalnızca biridir. Tuz, yediğimiz hemen hemen tüm bitkilerde ve hayvanlarda vardır. Aslında, vücudumuzun uygun şekilde işlemesi için az miktarda tuz yeterlidir (günde yaklaşık yarım gram, yani yaklaşık dörtte bir çay kaşıgı). Ortalama olarak günde 6 ila 8 gram (2 ya da 3 çay kaşığı) tüketilmektedir. Ancak, günümüzde diyetteki tuza ilişkin yayınlarla bu miktar azalmaktadır. Tuz tüketiminizi sınırlamanız gerekiyorsa, hazırladığınız yemeklerle işe başlayın. Pişirirken tuz kullanmayın ya da çok az miktarda kullanın. Yemek masanızdan tuzluğu kaldırın. Tuz olmayınca yemek lezzetsiz geliyorsa, tatlandırıcı otlar kullanın. Cips ve turşu gibi tuslu yiyeceklerden kaçının. Tuzlu tereyağı ve margarinden tuzsuzlarına geçin. (Mevcut olan ürünlerin lezzeti sizi şaşırtabilir.) Birçok işlenmiş gıdanın büyük miktarlarda tuz içerdiğini unutmayın. Gıda etiketlerini inceleme alışkanlığı edinin. Bu etiketler, bileşenleri miktar sırasına göre listelerler. Sodyumun(tuz) listenin üst sıralarında yer aldığı gıdalardan kaçının. Monosodyum glutamat (MSG), sodyum klorid(sofra tuzu) ve hatta karbonat (sodyum içerir) terimlerini arayın. Ketçap, hardal ve soya sosu gibi tatlandırıcılarda sodyum oranı yüksektir. Hazır çorbalar, et suları, jambon, sögüş et, sosis gibi gıdalarda da tuz içerigi yüksektir.

Tansiyon düşüklüğü

ansiyon, ateşli hastalıklar sırasında, büyük kanamalardan sonra, içsalgı bezi bozukluklarında veya herhangi bir hastalıktan sonrakiiyileşme döneminde düşer. Bazı kadınların aybaşı hallerinde, veyasıcakta fazla ter kaybından sonra veya sinirli kimselerde de tansiyondüştüğü görülür. Devamlı olarak tansiyon düşüklüğü önemli birhastalığın işareti olabilir.


Tansiyon düşüklüğü hakkında bilgi, Tansiyon düşüklüğü nedir? Tansiyon düşüklüğü tedavisi için lütfen bir uzmana başvurun.
Tansiyon düşüklüğü hastalığı hapları ilaçları

Tansiyon Yüksekliği

Tansiyon ya da kan basıncı, kalbin kanı pompalarken damarların cidarında oluşturduğu basınçtır. Bu basıncın normal değerlerin üzerinde olması durumu ise, Hipertansiyon olarak tanımlanır.

Küçük tansiyon ile büyük tansiyon arasındaki fark nedir ?
Kan basıncı sistolik (Büyük tansiyon) ya da kalbin kanı pompalarken oluşturduğu basınç ve diastolik (Küçük tansiyon) yada kalbin kan pompalamasına ara verdiği dönemdeki basınç olarak iki farklı değerden oluşur Normal kan basıncı iki farklı değerden oluşur. Yüksek tansiyon tanısı, aşağıdaki değerlere göre konur.

Tansiyonun normal değerlen nedir ?
Dünya Sağlık Örgütü’nün değerlerine göre kan basıncının normal değerleri büyük tansiyon için 14, küçük tansiyon için 9′dur. Damar içerisindeki kan basıncının bu normal değerlerin üzerinde olması hali yüksek tansiyon hastalığıdır. Aşağıdaki tablo size tansiyonun durumu hakkında bilgi verir.

Hipertansiyon

Hipertansiyon yani halk arasında söylenen şekliyle yüksek tansiyon sık rastlanan bir hastalık mıdır ?
Toplumun % 20’sinde hipertansiyon vardır. 55 yaş üstünde ise bu oran % 50 yükselmektedir. Bu nedenle toplumun her yaş kesiminden bireyler yılda en az bir kez tansiyon kontrolü yaptırmalıdır.

Hipertansiyonun sebebi nedir ?
Hipertansiyonun tek bir nedeni yoktur. Oluşum mekanizmasına göre iki tür hipertansiyon var diyebiliriz.

1.Birincil (Esansiyel) Hipertansiyon: Hipertansiyon vakalarının % 90′ı nedeni bilinmediğinden Birincil Hipertansiyon olarak adlandırılır. Bilinen kesin bir nedeni yoktur.
2. İkincil Hipertansiyon:
- Böbrek hastalığı (böbrek doku ve damarlarında bozukluk)
- Böbreküstü bezlerinin çeşitli hastalıkları
- Bazı ilaçlar (doğum kontrol hapları; kortizon, soğuk algınlığı ilaçları v.s)
- Gebelik
- Beyin tümörü veya kafa içi basıncın artması
- Alkol kullanımı gibi çeşitli nedenlere bağlı olabilir.

Hipertansiyonun belirtileri nelerdir ?
Hipertansiyon çoğu zaman belirti vermez. Bu nedenle dikkatli olmak ve aralıklı ölçüm yaptırmak gerekir. Zaman zaman özellikle ense kökünde zonklayıcı tarzda baş ağrısı, bulantı, kusma, burun kanaması, uyuşukluk, yorgunluk, endişe, kulak çınlaması, bulanık görme veya gözlerde kararma ve fazla idrar çıkarma gibi belirtiler gözlenebilir.

Hipertansiyonun vücuda zararları nelerdir ?
- Ateroskleroz (damar sertliği)
- Beyin kanaması ve felç
- Kalp krizi ve yetmezliği
- Gözlerde görme kaybı
- Böbrek hasarı gibi hastalıklar, kişinin yaşam kalitesini bozar ve ömrünü kısaltır. Bu nedenle hipertansiyon önemle tedavisi gereken bir hastalıktır.

Kimler hipertansiyon riski altındadır ?
Aslında herkes risk altındadır. Ancak daha fazla risk altında olanlar şunlardır:
- Menopoz dönemindeki kadınlar
- Ailesinde hipertansiyon olanlar
- Yaşlılar
- Stres altında olanlar
- Sigara içenler
- Diyabeti (şeker hastalığı) olanlar
- Şişmanlar
- Alkol kullananlar
- Gebelik
- Yanlış beslenme ve tuzlu diyetle beslenenler.

Hipertansiyon tedavi edilebilir mi ?
Hipertansiyon tedavi edilebilir. Ancak tedavisi ömür boyu sürer. Tedavide kullanılan tüm ilaçlar kan basıncını normale çevirir, fakat tedavi kesilirse kan basıncı tekrar yükselir. Bu nedenle tedaviye ara verilmemeli ve yılda en az bir kez doktora kontrole gidilmelidir. Ayrıca düzenli beslenme, az tuz kullanımı, aşırı alkol ve kahve kullanılmaması, düzenli egzersiz ve sigara içilmemesi de tedavinin bir parçası olarak kabul edilmektedir.

Hamilelikte ayak şişmesi

Hamilelikte insanları telaşlandıran ve bir o kada rda üzen olgulardan birisidir Ayak şişlikleri. İşte size hamilelikte ayak şişliklerini azaltacak önlemler.

Ayaklarınızı vücudunuzdan yukarıda tutarak oturun veya sırt üstü yatın.
Yatarken ayaklarınızın altına yastık alın ve ayaklarınızı hafifçe yükseltin.
Sakın bacak bacak üstüne atarak oturmayın.
Uzun süre ayakta kalmaktan kaçının.
Sert sandalyelerde ayaklarınızı yere koyarak uzun süre oturmayın.
Ayaklarınızı ve bütün vücudunuzu serin tutun. Çünkü ısı şişlikleri artıracaktır.
Bbeğinz pelvisinize baskı yaparsa buda ayak şişliğine neden olur. Suda yürümek veya yüzmek size iyi gelecektir.
Özellikle bacakları sıkan dar giysilerden kaçının.
Pamuk çorap giyerek naylon çoraplardan kaçının.
Hamilelik egzersizlerine değer verin
ÖNEMLİ NOT: Arkadaşlar eğer şilik tek bacakta oluşuyor ve sizde acıyaneden oluyorsa mutlaka doktorunuza baş vurun. ayak şiliklerinin tek taraflı olması damar tıkanıklığı riski anlamına gelmektedir.

Baş Ağrısı Nedenleri

Baş ağrısı bir çok etkene bağlı olarak gelişebilir. baş ağrısı nedenlerinin ortaya çıkarılabilmesi için mutlaka uzman bir doktor muaynesi şarttır. Ancak Baş ağrısını tetikleyen bazı etkenler vardır. Bu etkenler baş ağrılarını başlatan durumlardır. Sitemiz ziyaretçilerinden DR. Ali beyin sitemize göndermiş olduğu yorumu bir makale olarak bilgilerinize sunuyoruz;

Baş ağrısını tetikleyen en büyük etkenler;

Aşırı uyku,
Uykusuzluk,
Açlık ve susuzluk,
Alerji,
İklim ve çevre değişikliği, seyahatler,
Aşırı yorgunluk,
Sigara ve alkol,
Ağır parfümler,
Gürültü kirliliği,
Çikolata,kırmızı şarap,
Portakal, limon
Şeklinde sıralanabilir.

Peki baş ağrısının başlamaması için ne yapmalıyız veya Yapabiliriz?

Asla gelişigüzel ilaç kullanmamalıyız.
Kesin tanı aldıktan sonra doktorumuzun önerdiği ilaçları usulüne uygun olarak almalıyız.
Tetikleyici nedenlerden uzak durmalıyız.
Günlük yaşantımızda ruh ve beden sağlığımızı zinde tutacak pozitif davranış modelleri geliştirmeliyiz.
Düzenli bir spor ve uyku gibi…
Geçmiş olsun…

Bacak ağrıları

Bacak ağrısı:
Değişik sebeplerden kaynaklanan bacak ağrılarının; Oluşum ve gelişim şekline göre hangi hastalığa bağlı olduğunun anlaşılması mümkündür. Bacağımızda meydana gelen ağrıları iyi takip etmemiz bacak ağrılarımızdan kurtulmamız ve de tedavimizin daha kısa sürmesi açısından çok önemlidir. Buna göre bacak ağrıları aşağıdaki nedenlere bağlı olarak gelişir.

Büyüme,
Nemli ortamlar,
Aşırı yorgunluk,
Eklemler,
Damar hastalıkları,
Sinir sıkışmaları,
Belimizdeki fıtıklaşmalar,
Bacak ağrılarının belirtileri,

Büyüme ağrıları:
Çocuklarda ve hızlı gelişme gösteren gençlerde meydana gelen bir durumdur. Baldırdan başlayan bacak ağrıları eklemler etrafında kümelenir. Bazen bu ağrılar şiddetli sızlamalar şeklindedir. Gün içerisinde aşırı aktif olan çocuklarda daha sık gözlenir.

Gezici kas ağrıları(sızlamalar)
Bu tür bacak ağrısında ağrı sabit bir seviyede ve sabit bir bölgede gelişmez. Aksine sürekli gezen ve şiddeti değişen ağrılar. Sızlamalara dönüşür.

Diz eklemlerinden dolayı oluşan ağrılar:
Bu bacak ağrıları diz eklemlerinin altında veya üstünde başlar iltihabi vakalara göre bacaklara yayılabilir. Özellikle merdiven çıkarken, namaz kılarken, dizleri zorlayarak yapılan hareketler sonrasında oluşur. Soğuk havalar da bu ağrıları artırıcı etkiler yapar

Bel veya kalçada sinir sıkışması:
Bu ağrılar aniden gelerek bacakların aşağısına doğru yayılır ve çok şiddetli sızlamalar şeklinde kendini gösterebilir. Ağrı veya sızlamalar bacak hareketleriyle yer değiştirir veya şiddeti artar-azalır.

Dolaşım sorunlarından kaynaklanan ağrılar:
Bacak ve ayak şişlikleriyle birlikte gelişen ağrılar dolaşım problemlerine işarettir. Ancak dolaşım problemlerinde genelde iki bacak değil de tek bacak şişer veya ağrır. Damarların kendini belli edecek şekilde kabarması dolaşım problemleri fikrini perçinler. Bu duruma çok dikkat edilmelidir ve mutlaka bir doktora danışılmalıdır. Bu problemin geçiştirilmesi ayağınızı hatta bacağınızı kaybetmeye varan sorunlara neden olabilmektedir.

Mesane Kanseri

MESANE KANSERİ
Mesanede meydana gelen kontrolsüz hücre bölünmeleridir. Bu kanser türünün diğer dokulara da sıçrama durumu vardır. Kırk yaşını aşmış erkeklerde daha sık görülen bu kanser türü kadınlarda erkeklere nazaran daha az görülmektedir. Yine mesane kanseri; sigara içenlerde boya, kimya ve lastik sanayinde çalışan işçilerde daha fazla görülür.

Mesane kanserinin belirtileri;
Başka hastalıklarla benzer belirtiler gösteren mesane kanseri

İdrarda kan gelmesi,
Ön ve yan kalça kemiklerinde sancı,
İdrar sırasında ağrı,
İdrar yapmada zorlanma, gibi durumlarla kendini belli eder.
Teşhis
Mesane kanserinden şüphelenmek için idrardan kan gelmesi ve bu sırada ağrı veya sızı hissetmemeniz yeterlidir. Bu durum mesane iltihaplanmasıyla karıştırılsa da mesane iltihaplanması ağrılı idrar la kendini gösterir.
Doktorunuz mesane kanserinden şüphelendiğinde ilk yapacağı iş idrar tahlilidir. Kanserli hücrelerin saptanmasına yönelik bu tahlilin ardından Bir tür böbrek röntgeni çekilir. Bütün buraya kadar olan araştırmalar kanser düşüncesini kuvvetlendiriyorsa, hemen ardından mesane içine sistoskopi yapılır. Sistoskopi; mesane içini görmek ve buradan parçalar alma amaçlıdır. Bu sistoskopi kanser teşhisi koymak için yeterli bir işlemdir. Bundan sonra kanser teşhisi konulan hastalar için mesane kanseri testleri yapılır.

Mesane kanseri testleri:
Mesane kanseri teşhisi konulan hastanın öncelikle kanserin hangi evresini yaşadığı tespit edilmelidir. Kanserin mesane dışına atlayıp atlamadığı çok önemlidir. Mesane kanserinin mesane dışına atlayıp atlamadığı

Pelvis tomografisi,
Göğüs röntgeni,
Detaylı kan tahlilleri sayesinde anlaşılabilir.
NOT: Mesane kanserinin mesane dışına atlamış ve diğer organlara yayılmış olması oldukça tehlikelidir. Bu durumdaki hastaların geneli 2 yıllık bir dönem içerisinde yaşamını yitirmektedirler. Eğer mesane kanseri mesane dışına taşmamışsa kanser hastasının iyileşme şansı daha yüksektir.

Mesane kanserinde düzeyler:
1. Düzey: bu düzeyde kanser mesane içerisindedir ve küçük denilecek bir tümör kitlesi oluşturmuştur. Bu durumdaki hastalar sistoskopi ile kanserli dokulardan kurtulabilir.
2. Düzey: Kanser mesane içine yayılmış ancak mesaneyi kaplamamış ve mesane dışına taşmamıştır. Bu durumdaki hastaların büyük bir bölümü 3 yıllık bir süre içerisinde iyileşeceklerdir. Ancak bu hastalar için kanser riski hep var olacaktır. Bu düzeydeyken kanserden kurtulmuş hastaların devamlı kontrol altında tutulması gerekecektir.
3. Düzey: Kanser mesaneyi kaplamış ve hatta çevredeki yağ ve kas dokulara da yayılmıştır. Bu düzeydeki hastaların yaşama şansı yoktur. Fakat hastaların %45 i radyasyon tedavisinin ardından 5 yıl zaman kazanabilmektedir.
4. Düzey: Bu düzeyde kanser artık mesaneyi de aşarak diğer organlara yayılmıştır. Bu hastaların iyi bir tedaviyle ancak 2 yıl yaşaya bildikleri bilinen bir gerçektir.

Mesane kanseri tedavisi:
1. ve 2. düzey mesane kanserleri sistoskop aracılığıyla veya küçük cerrahi yollarla giderilebilmektedir. Bu hastaların 3–6 ayda bir mutlaka kontrolden geçmesi ve kanserin yayılmasını ve tekrarlamasını engelleyen ilaçlar kullanılması gerekmektedir.

2. ve 3. Düzeydeki mesane kanserlerinde mesaneyle birlikte onu çevreleyen dokunun alınması gerekecektir. Örneğin erkeklerde mesane ve prostat bezi birlikte alınır. Bayanlarda ise durum biraz daha karmaşıklaşır. Bayanlarda mesane, yumurtalıklar, rahim ve hatta vajinanın(kadın üreme organı) bir kısmı da alınmalıdır.
Bu tedaviler uygulanırken idrar kanalının vücut dışına çıkartılarak vücutta taşınacak bir torbaya idrarın aktarılması sağlanır. Bu mesane kanseri tedavisinde gereklilerden birisidir.
Diğer yönden radyo terapi ve kemoterapi de çok önemlidir. Özellikle kemoterapi hastada ağrıyı hafifletici ve kanserin yayılmasını baskılayıcı bir rolü vardır.

Kanser tedavisinde yapılan hatalar.
Kanser oldukça sabır isteyen ve tedavisi zahmetli, uzun süren, zor olan ve kesinlikle moral isteyen bir hastalık türüdür.
Doktorunuzun sizlere söyledikleri çok önemlidir. Size ameliyat diyorsa bu gereklidir. Size ilaç diyorsa bu da gereklidir. Uzun sözün kısası doktorunuzun size söylediği er ya da geç başınıza gelecektir. Doktorunuza güvenin ve onunla iyi bir diyalog geliştirin.

Değerli ziyaretçimiz; Bu yukarıdaki yazdıklarımızı sizde bir bilinç oluşturmak için yayınlıyoruz. “Kanser öldürmez. Geç kalmak öldürür” sözünü asla unutmayınız. Bana bir şey olmaz demekten ziyade bu tür küçük rahatsızlıklarda dahi mutlaka doktorunuza başvurunuz.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Kalori Yakmanın Kolay Yolları

Kalori Yakmanın Kolay Yolları
Özel diyet gıdaları almadan ya da spor salonuna gitmeden kilo verebilir misiniz? Evet!

Hayatınızda önemli değişiklikler yaparak, paradan tasarruf ederken emniyetli ve kalıcı bir biçimde kilo vereceksiniz.
1. Eliniz abur cubura değil, suya uzansın. İştahınızı yatıştırmanın eldeki en ucuz, en emniyetli yolu bu...
2. Dolapları boş tutun. Hem paradan hem de sizi caydıracak şeylerden tasarruf edersiniz. Etrafınızdaki yiyecek çeşitlerini azaltmanız sizi gereksiz yere atıştırmaktan alıkoyacak.
3. İlham verici bir şeyler yapın. Kilo verdiğinizde giymekten büyük keyif alacağınız bir elbiseyi buzdolanızın kapağına yapıştırarak kendinizi teşvik edebilirsiniz. Göbeğinize ‘piercing’ yaptırmak da zayıflama azminizi artıracak bir fikir olabilir.
4. Baharatları dilediğiniz gibi kullanın. Araştırmalara göre, zencefil, kırmızıbiber, pul biber gibi baharatlar ve bunlarla yapılan soslar vücudunuzun yağ yakma kabiliyetini %25 oranında artırabilir.
5. Kilo vermek için uyuyun. Uykunuzu yeteri kadar almanız, daha fazla enerji elde etmek için yemek yemenizi engeller. Yapılan son bir araştırmaya göre, yeterince uyuyan bir kadının metabolizması %40 oranında artıyor.
6. Gece mutfak seferlerine bir son verin. Araştırmacılar karanlık odaların ve gecenin karanlığının bizi daha fazla yemeye sevk ettiğini belirtiyorlar. Yataya bir saat erken girmeyi deneyin. Evinizde daha neşeli, parlak ışıklara yer verin, hem daha mutlu olacak hem de daha az atıştıracaksınız.
7. Kahvaltıyı kesinlikle sektirmeyin. Gün için gereken enerji yakıtınızı almanızı ve öğle yemeğinde kendinizi daha az aç hissetmenizi sağlar.
8. Doğru bir biçimde atıştırın. Sert bir şeker 20 kalori civarındadır, tüketme süresi 20 dakikaya kadar çıkabilir. 400 kalori içeren bir dondurma külahı ise on dakikaya kalmadan midenizde olur.
9. İçinizden çılgınca yemek yemek geliyorsa, size kendinizi iyi hissettiren müzikler dinleyin. Araştırmacılar müziğin beyindeki, en sevilen yiyeceği yemenin etkilediği merkezi harekete geçirdiğini belirtiyorlar.
10. Yeşil çay için. İsviçre Üniversitesi’nde yürütülen bir araştırmanın sonuçlarına göre, yeşil çay içmek vücudun yaktığı kalori miktarını artırıyor. Günde üç fincan içmeye çalışın.
11. Yediğiniz şeye yoğunlaşın. TV izlerken, bir şeyler okurken, ders çalışırken ya da e-mail’lerinizi yanıtlarken yiyecekleri gözden uzak tutun.
12. Dışarı çıkın. Günde en az yirmi dakikayı dışarıda oturarak ya da yürüyerek geçirin. Güneş ışığı içinizdeki yeme istediğini kontrol etmenize yardımcı olur.

Penis küçüklüğü

Penis Küçüklüğü


Aileler için çocuklarının cinsiyeti kadar, cinsiyetlerine uygun fonksiyonlara sahip olması da önemlidir. Hem cinsel fonksiyon hem de üreme için cinsel organların yeterli olması yanında cinsiyet hormonlarının da normal olması gereklidir. Bu hormonlar gebeliğin ilk haftalarından başlayarak cinsel farklılaşmayı ve cinsel organların yeterli olmasını sağlarlar. Erkek çocukların cinsel organlarına daha çok dikkat gösterilir, çünkü hep göz önündedirler. Penis büyüklüğü çoğu zaman ?muzır? bir merak konusu olsa da ?küçük penis? her zaman ailelerde endişe uyandırır. Penis küçüklüğü hem ileride yol açabileceği sorunlar hem de bazı önemli tıbbi sorunların göstergesi olabileceği için dikkatle değerlendirilmesi gereken bir konudur. Bu yazıda soru ve cevaplarla penis küçüklüğü üzerinde durulacaktır


Çocuklarda penis gelişimi nasıl olmaktadır?
Penis dış genital yapıların farklılaşmasına paralel olarak gebeliğin 8-16 haftaları arasında gelişmektedir. Penis gelişmesinde testesteron ve dihidrotestesteron isimli iki erkeklik hormonunun rolü vardır. Bu iki hormon gebeliğin son üç ayından bebekliğin ilk altı ayına kadar penis büyümesini sağlarlar. Bu nedenle penisin normal büyüklüğe erişmesi için anne karnında bebeğin salgıladığı hormonların yeterli olması gereklidir. Genel olarak 6. ay ile ergenliğin başlangıcı arasında penis büyümesi yavaştır ve ergenlikle birlikte artan erkeklik hormonlarının etkisiyle erişkin boyutlarına erişir. Penis büyümesi için hormonlar kadar bu hormonlara cevap veren dokuların da normal olmasına ihtiyacı vardır. Erkeklik hormonları penis büyümesi yanında cinsel istek (libido) ve penisin dikleşmesi (ereksiyon) için de gereklidir.


Penis küçüklüğü nasıl anlaşılır?
Penis boyu gerdirilmek suretiyle ve kökü ile ucu arasındaki mesafe ölçülerek değerlendirilir. Bazen penis genital bölgedeki yağ dokusu içine ?gömülü?dür. Bu durumda penis uzunluğunun daha dikkatli değerlendirilmesi gereklidir. Yenidoğan bir bebekte penis boyu 1.9 cm?den küçükse önemli bir sorun var demektir ve mutlaka ileri inceleme yapılmasına ihtiyaç vardır. Değişik yaşlardaki ortalama ve en küçük penis boyları aşağıdaki tabloda verilmiştir. Bir çocuğun penis boyu kendi yaşına uyan en küçük penis boyundan kısa ise penis küçüklüğü var demektir.

Anne ve babalar yenidoğan döneminden itibaren bebeklerin genital yapılarıyla ilgilenmelidirler. Aile bebeğinin penisinin küçük olduğunu düşünüyorsa mutlaka çocuk endokrinolojisi bulunan bir merkeze götürmelidir.

Penis küçüklüğünün nedenleri nelerdir ve bu çocuklara nasıl yaklaşılmalıdır ?
Penis küçüklüğü ya tek başına ya da dış genital yapılarda genel bir bozukluk ile birlikte meydana gelir. Her iki durumda cinsel gelişmeyi sağlayan hormonlarda veya penisi meydana getiren dokularda bir yetersizlik söz konusudur. Penis küçüklüğü ile birlikte testislerin yerinde olmaması anne karnında bebeğe ait hormonlarda bir yetersizlik olduğunu akla getirmelidir. Penis küçüklüğü ile birlikte bebeğin cinsel görünümünün belirsiz olması acil değerlendirmeyi gerektiren bir sorundur. Penis küçüklüğü bazı sendromların veya büyüme hormonu eksikliğinin bir sonucu da olabilir. Penis küçüklüğü vakalarının bir kısmında ise bir neden bulunamamaktadır.

Penis küçüklüğü olan çocuklarda en önemli konu penis boyunun erişkin yaşta cinsel ilişki için yeterli olup olmayacağıdır. Bu nedenle yenidoğan döneminden itibaren hem testislerinin fonksiyonunun hem de penis dokusunun hormonlara cevabının ne durumda olduğunu göstermek için bir dizi inceleme yapılmalıdır. Penisi çok küçük ve erkeklik hormonuna cevap vermeyen çocukların cinsel kimliklerinin yeniden değerlendirilmesi gereklidir. Düşük doz erkeklik hormonu ile penis büyümesi sağlanan ve başka sorunu olmayan çocukları ergenlik dönemi sonuna kadar izlemek ve nedene göre tedavi planlamak gereklidir. Hem tanı hem de tedavi ile ilgili girişimlerinin çocuk endokrinolojisi ünitelerinde yapılmasına özen gösterilmelidir.

Hazırlayan:Prof. Dr. Şükrü Hatun
Kocaeli Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı - Endokrinoloji ve Diyabet Bilim Dalı

Kan Uyuşmazlığı

Kan Uyuşmazlığı

"Kan uyuşmazlığı" genel kanının aksine, karı koca arasında değil,gebelik döneminde anne ile karnındaki bebeği arasında söz konusu olabilen normal dışı bir durumdur. Hangikan grupları arasında ve nasıl bir uyuşmazlık olduğunu anlatmadan önce kan gruplarını tanımlamak gerekir. Kanımızdaoksijen taşımakla görevli kırmızı kan hücrelerinde bulunan proteinler esas alındığında klasik olarak dört ana kan grubu tanımlanır: "A", "B", "AB" ve "O" grubu .. Bir de "Rh" söz konusudur. Birey, "D" proteinine sahipse Rh pozitif (+), değilse Rh negatif (-) olarak ifade edilir. Rh (-) kişilerin vücudunda D proteini hiç yoktur ve bağışıklık sistemi için tamamen yabancı bir maddedir.

Normal koşullardahamilelik döneminde anne ve bebeğin kanları birbirine karışmadan plasenta (eş) aracılığıyla oksijen,karbondioksit ve besi öğelerinin karşılıklı alışverişi gerçekleştirilir. Anne Rh (-), bebek Rh (+) ise ilk gebelikte herhangi bir sorun olmaz. Bebek doğarken zedelenen damarlardan bir miktar bebek kanı, Rh (-) annenin kanına karışabilir. Böylece annenin bağışıklık sistemi tamamen yabancısı olduğu bir proteinle, "D" proteini ile tanışır ve ona karşı tepki geliştirir. O maddeyi tanımadığı için yok etmek ister. Beyaz kan hücrelerinin D proteinini yok etmek üzere ürettiği -o maddeye özgü- sıvısal maddeleri (antikorlar) kullanarak hedefine ulaşır. Annenin kanında bir tane bile bebek kan hücresi kalmaz, tümü yok edilir. Bu savaş sona erdiğinde geriye "anti-D antikorları" adı verilen sıvısal maddeler ve bunları gereksinim duyulduğunda her an yeniden üretebilecek akıllı beyaz kan hücreleri kalır. İkinci gebelikte çocuk eğer yine Rh (+) kana sahipse annenin kanında hazır bulunan bu sıvısal maddeler (antikorlar) kolayca plasenta (eş) engelini aşarak anne karnındaki bebeğin kanına karışırlar. Bebek kırmızı kan hücreleri yok edilmeye başlanır. Çocuğun kemik iliği, karaciğer ve dalağı yok edilen kırmızı kan hücrelerinin yenilerini üretir ve eksilen kanı yerine koyar. Bu aşırı kırmızı kan hücresi yıkımı ve yapımı sürecinde "bilirubin" adı verilen ve fazlası zararlı olan bir madde açığa çıkar, bebekten anneye geçer, annenin karaciğeri tarafından yok edilir. Bebeğin karaciğeri henüz bu maddenin tümünü zehirsizleştirebilecek kadar gelişmemiştir. Eğer üretilen kırmızı kan hücresi miktarı yok edilenden az olursa sonuçta bebek ağır bir kansızlığa maruz kalır, hatta ölebilir. Eğer arada bir denge varsa bebek bir ölçüde kansızlıkla doğar veya sağlıklı olarak dünyaya gelir. Sorun asıl o zaman belirginleşir. Çünkü kan hücreleri hala parçalanmakta, yenileri yapılırken gereken maddeler anneden temin edilememekte, çocuk kendi depolarını kullanmaktadır. Üstelik açığa çıkan sarı boyar madde niteliğindeki "bilirubin" bebeğin karaciğeri tarafından yeterince vücuttan uzaklaştırılamamaktadır. Kanda belli bir düzeyi aşan "bilirubin" göz aklarına, cilde ve sonunda asıl zararını gösterdiği beyin ve sinir sistemine yerleşerek yaşamı tehdit etmektedir. Yenidoğan sarılığının ağır şekillerinde, tedavi edilmeyen çocuklarda adalelerin sertleşmesi, zeka geriliği gibi kimi geri dönüşümsüz sinir sistemi bozuklukları meydana gelmektedir.

Yenidoğan sarılığı olan bebeklerde sarı boyar madde "bilirubin"i vücuttan daha kolay uzaklaştırmak için belli bir dalga boyundaki ultra viyole (kızıl berisi) ışınları kullanılmaktadır. Bebeklerin uygun sıcaklık ortamı sağlayan küvöz ya da yataklarda ultra viyole ışığıyla tedavisine "fototerapi" denir. Yeterli olmadığında bebeğim göbek kordonundan takılan bir sistemle, uygun bir Rh (-) kanla "kan değişimi" işlemi gerçekleştirilerek yaşamsal tehlike atlatılır. Geç kalınan durumlarda araz kalması olasıdır. Körlük, şaşılık, sağırlık, felç gibi ..

Mademki kan uyuşmazlığı ve sonuçları bu kadar ağır olabiliyor, o halde Rh (-) anneler için koruyucu bazı önlemler alınması gereklidir. Bir anne adayı eğer Rh (-) kana sahipse, ilk doğum, kürtaj ya da düşüğünden hemen sonra, bebeğinden kendisine o anda geçmiş olabilecek Rh (+) bebek kan hücrelerine karşı annenin bağışıklık sisteminde tepki oluşmadan önce girişimde bulunulmalıdır. Bunun için özel olarak hazırlanmış bir serum vardır: "Anti-D İmmun Globulin". Bu madde doğumdan (ya da düşük veya kürtajdan) hemen sonra anneye kaba etten iğne şeklinde yapılmalıdır. "Anti-D İmmun Globulin" kana karışır, bebekten geçmiş olan Rh (+) kan hücrelerini derhal yok eder. Annenin bağışıklık sistemi ne olduğu anlamadan işlem tamalanır. Bir süre sonra "Anti-D İmmun Globulin" doğal ömrünü tamamlar ve kanda yok olur. Oysa anne kendisi "antikor" geliştirmiş olsaydı bu sıvısal madde uzun süre kanda kalacak, gerekirse onu yeniden üretebilme yeteneği olan beyaz kan hücreleri tarafından eksikliği tamamlanacaktı. Pasif olarak verilmiş olan "Anti-D" için eksikliğin tamamlanması diye bir konu söz konusu değildir. Zamanla yok olan "Anti-D İmmun Globulin" bu sayede annenin sonraki hamileliklerinde çocuk için bir sorun oluşturamaz. Yalnız unutulmaması gereken bir konu bu immun globulinin herbir gebeliğin son bulumunda yeniden uygulanmasının gerekliliğidir. Kan uyuşmazlığı genel olarak ilk bebekte sorun oluşturmaz. Sonraki Rh (-) çocuk için zaten bir problem yoktur.

Rh uygunsuzluğu kadar ağır seyretmese de "kan grupları" arasında da uygunsuzluk söz konusu olabilir. Genellikle annenin "O" bebğin "A", "B" veya "AB" olduğu durumlarda meydana gelir. Farklı mekanizmalarla ama aynı aynı prensiplere dayanan süreçler yaşanır. Fakat daha seyrek olarak yaşamı tehdit eden boyutlara ulaşır.

Sonuç olarak Rh (-) olan annelerin Rh (+) doğabilecek çocukları için önceden hazırlıklı olunmalıdır. Eğer anne ve baba her ikisi de Rh (-) iseler genetik kurallarına göre Rh (+) bebekleri olamaz. Eğer anne Rh (-), bab Rh (+) ise çocuk Rh (-) de olabilir, Rh (+) de. Bu genel bilgi de göz önünde bulundurulmalı, doğum sonrası bebek kan grubu tayin edilmelidir. Anne Rh (-), bebek de Rh (-) ise uygunsuzluk yoktur, anneye anti-D immun globulin yapmak gerekmez. Annenin Rh (+) olduğu durumlarda çocuğun Rh'ı ne olursa olsun Rh uygunsuzluğu olmaz. Eğer anne ve baba her ikisi de "O" grubu kana sahiplerse çocukları mutlaka "O" grubu olur. Bu durumda anne ve bebek arasında grup uygunsuzluğu olamayacağı açıktır. Anne "O", baba "A" ise çocuk "O" veya "A"; anne "O", baba "B" ise çocuk "O" veya "B"; anne "O" baba "AB" ise çocuk "A" veya "B" olur ama "O" veya "AB" olamaz. Annenin "A" ya da "B" olduğu, çocuğun "B" ya da "A" olduğu durumlarda uyuşmazlık nadirdir, hafif seyreder. Ayrıca bazı alt kan grubu uygunsuzluklarında, hatta hiçbir uygunsuzluğun olmadığı kimi sıra dışı durumlarda kan uyuşmazlığıyla benzer klinik tablolar görülebilir, yenidoğan sarılığı meydana gelebilir.

Sağlıklı bir bebek dünyaya getirmek için gebelikte sağlıklı ve düzenli izlem ön koşuldur. Anne baba adayları, kadın hastalıkları ve doğum uzmanı ile çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanı arasında işbirliği bu sürecin temelini oluşturmaktadır. Uygun bir gebelik yönetimi ve doğuma uzman gözetiminde hazırlık, kan uyuşmazlığı gibi yaşamsal bir sorunun bile kolaylıkla halledilmesini sağlayacaktır.